Terapi Notlarımdan Derlemeler
Şemalarımız, yani bilişsel kalıplarımız; bizi kısır döngüde bırakırlar. Bazen kısır döngüden çıkmak için şemalarımızı fark etmemiz gerekir, bazen de fark etsek bile çözümü bulacak enerjimiz olmayabilir. Kendimi tanıma ve gelişme serüvenimde iki terapist ile çalıştım; çoğunluk olarak Dilay Sülüoğlu ve kısa bir süreliğine Cansu Yurtseven.
Aslında problemlerim, çoğu insanın yakındığı şeyler olmasına rağmen beni hayattan daha tatminsiz bir noktaya sürüklüyordu. O tatminsizlik ve bir şeyleri değiştirme arzusu, tek bir konuya indirgenemez. 2 senede 35 civarı seans aldım, çok farklı konular da konuştuk, dönemlik olarak gelip geçici durumlar da oldu. Şu anda sağlıklı bir bilince sahip olduğumu düşündüğüm için son terapimi bu senenin başında aldım ve sonra öğrendiklerimin yeterli olduğuna kanaat getirip terapi almayı bıraktım. Aldığım notları kendi perspektifimden çeşitlendirerek, derleyerek kısa bir deneme hâline getirmeyi umuyorum. Şimdiye kadar ki en zorlandığım yazım olacak, çünkü geçmişe dönmek, tekrar çıkarımlar yapmak, bir bağlama oturtup konular arasında bağlantı kurmak ve yazıya dökmek bir hayli uğraştırıcı.
Ailemizden ve içinde bulunduğumuz toplumdan bize geçen bir anlayış şeklimiz vardır hayata dair. O yüzden Afrika’daki insanlar olağanca yoksunluğun içinde mutlu olabilme kültürüne sahipken, bizler en ufak şeylere takılıp hayatımızı zindan edebilecek derecelere getirebiliyoruz. Üzerinde durup döne döne tepindiğimiz şeylerin; takıntılarımızın, korkularımızın, bağımlılıklarımızın, bağlanma kaygılarımızın, mükemmelliyetçiliğimizin… kısacası bizi sarsan veya yerimizde öylece kalakalmamızı sağlayan tüm özelliklerimizin esasında kökenine indiğimizde, öğrenilmiş çaresizlikler olduğunu veya bazı olayların sonuçları olarak yansıtmaya mecbur kaldığımızı anlayabiliriz.
Hayat normal seyrinde giderken, bir anda değişen durumlarla duygu durumumuz da alt üst oluyor. Hatta o duyguyu öylesine sahipleniyoruz ki, adeta o duyguyu yaşatmaya çalışıyoruz, belki o acıdan besleniyoruz. Dönüp dönüp o duyguda durarak, o duygudan çıkmak istemeyerek, şarkılarla, davranışlarla pekiştirerek kendimize sabotaj uyguluyoruz.
Örneğin ayrılık acısı, dünyada herkesin yaşadığı bir acı, acıdan kalbin durmuyor, açlıktan yataklara düşüp ölmüyorsun. Herkes bununla bir şekilde savaşıyor. Kimse ayrılıktan ölmemiş ki. Ne aşıklar gelmiş geçmiş dünyadan, ayrılmak zorunda kalmışlar, hayat onları ayırmış… Hal böyleyken sana ayrılığın imkansız olduğunu düşündüren şey ne? Kimi insan çok fazla dramatize etmeden, ”ben geçen sürede aşkı çok güzel yaşadım” derken, kimi de dramatize ederek kötümser tarafından algılar.
Duygular üzerimize yapıştığında ve bizi hapsettiğinde basit çözümler de beraberinde geliyor. Ortamı değiştirmek, acı verici şarkıları kapatmak, yani duyguda kalmaya çabalamak yerine duygudan soyutlanmak gerekir. Şunu anlamalıyız ki, duyguların sahibi bizleriz ve onlar bize değil, eğer istersek biz onlara hükmedip kolaylıkla onların yönünü değiştirtebiliriz. Mesela yalnızlığı güzelleştirerek hayal edebiliriz, bu duygu katlanılabilir diye defalarca kendimize anlatabiliriz.
Esasında terapinin amacı beyni eğitmek ve cıvatalarıyla oynamak. Biz de bazı cıvataları sıkıştırıp gevşeterek, yerlerinden çıkararak; beynimizin kötü duyguda, alışkanlıklarda kalmasını engelliyor veya kırılmazlarsa bizi ömür boyu sinsi sinsi takip eden düşünce kalıplarımızı, yani şemalarımızı kırmaya çalışıyoruz.
Aşk demişken ilişkiler ve evlilik konusuna da değinmek isterim. İlişkiler toprağa yalın ayakla basmak gibidir, toprağa basmak muazzam zannedilir, bize enerji verir, negatif yüklerimizden arındırır lakin bir yandan da ayağımız soğuk alır, üşürüz, hastalanabiliriz. Orada pek çok dinamik vardır. Hal böyleyken partnere ve ilişkiye çok fazla anlamlar yükleyerek kurtarıcın haline dönüştürüp, hayatta kendinde güç bulup sağlayamadığın her şeyi onun sana sağlamasını beklemek; aşk masallarındaki, romantik filmlerdeki mutlu hikayeyi arayıp durmak zihnimizde tasarladığımız bir yanılsamadan ibaret olabiliyor. Çünkü aşk masallarındaki kurtarıcılar ve mükemmel insanlar yok gerçek hayatta. Eğer bir kurtarıcı varsa bile, bunun bedeli başka şekillerde misliyle karşımıza çıkabilir, yani idealize ettiğimiz kişi bizi üzebilecek başka özelliklere sahip olabilir.
Birçok kişi, hayatında yapması gerekenleri tamamlamadan, kendi serüvenini yaşamadan, evliliği mutluluğa giden bir kurtuluş görerek evlenir. İlk başlarda kendilerini inanılmaz rahat hissetseler de, sonrasında değersizlik şeması ortaya çıkar. Partnerin en küçük davranışıyla pekişen bu şema, kendini gerçekleştiren bir kehanete dönüşür. Dengeler şaşar ve en nihayetinde acı çekerler. Bu yüzden evlilikte çiftler biraz da bağımsız olmalılar, kendilerini hep kontrol etmeliler, ilişkide sınırları korumak için rutinlerde yaptığı şeyleri analiz etmeliler.
Bağımsız tutmak gereken bir başka mesele ise, partnerinle yaşadığın ilişkiyi; işinden, ailenden, hayat stresinden ayrı tutabilmeyi becerebilmek. Hayatın her alanında stres hakimken; ilişkiyi bu stresten korumaya alabilmek için gerekirse koskoca bir balon şişirip içine yerleşmeliler çiftler. Ve tüm o streslerden arınıp birbirlerine dikkat kesilebilmeliler, koruyucu balonun içinde birbirlerinde kaybolabilmeliler. İşten, evden ayrı farklı farklı rutinlerinin olabilmesi, birlikte keşfetmeleri, birlikte kaoslardan uzaklaşabilmeleri ne muazzam şey. Neticede hayatta hep stres olacak ve eğer ilişkiyi bundan ayıramazsanız zamanla küflenen birlikteliklerin ortaya çıkması kaçınılmaz olur.
Üstelik aynı penceden bakabilmeliler hayata çiftler, aynı etik ve ahlak çerçevesinden, aynı hassasiyetteki saygı ve sevgiyle birbirlerine yaklaşarak.. Aksi takdirde çatışmalar ve acı kaçınılmaz olur. Tüm bu kaostan korunmak için de yapılması gereken; önünü görmeden bir seçim yapmak yerine, deneyerek, adım adım görerek, git gelli bir maceradan sonra tamamen karar vererek gitmek. Hayatta her seçimimizde kendimizi korumak için yapmamız gereken bu değil midir?
En az ilişkiler kadar mühim bir mesele, ailemiz. Hepimiz hayatımızın bir döneminde ailemizdeki fertlere çeki düzen vermeye çalışmışızdır. Onların bize ebeveynlik yapması gereken yerde, bizler tüm sorumluluğu üzerimize almışızdır. Onların hastalıklarını kendi hastalığımız gibi benimsemişizdir, kötü yaptıkları şeyleri hazmedememişizdir, onlara yapılan kötülükleri de çokca içselleştirmişizdir. Oysa anne ve babamız, farklı birer ruhlar, biz farklı bir ruhuz. Görünürde bize en yakın kişiler olmasına rağmen herkes kendi hayatını yaşamak için geldi dünyaya. Aile bağı, her şeyde olduğu gibi yalnızca senin ne kadar kendini kaptırdığına bağlı. Herkesin hayattaki tekamülü farklıdır, ve söylemesi ne kadar zor olsa da sen ailenin yaşadıklarından, yanlışlarından, duygularından sorumlu değilsin. Onlar anne ve babanın ötesinde, sadece farklı birer insan, farklı bir ruhlar. Kendimizi; ailemizin yarattığı yıkımlardan, üzüntülerden korumak için böyle düşünmek zorundayız. Bu acımasızlık değil. Biz iyi olmadan çevremizi de iyi edemeyiz, ve iyi olmak için; ayrışmaya, tekamül yolculuğunda onlardan soyutlanmaya ihtiyacımız var.
Ailemizden kronik özellikleri aldığımız gibi davranışsal özellikleri de alıyoruz. Bazen durup bu onların davranışsal bilinci, bu onların çaresizliği, bu onların mutsuzluğu, bu onların kaygısı, bu onların korkusu, bu onların kızgınlığı… ben ise onlardan gördüğümü yaşatmıyorum, ben farklıyım diyebiliyor olmamız gerekir.
Hayatı kendimize zindan etme noktasında en çok yapılan yanlış ise; olmayan olayları kafamızda kurarak, adeta gelebilecek yıkımlara karşı kendimizi hazırlamak için çırpınmak. Her şey güzel giderken, “şimdi başıma bir şey gelecek ve mutsuz olacağım” diye korkabiliriz. Ya da kimimizde hastalık anksiyetesi olur, vücudumuzda en ufak bir sorun olduğunda aklımız en kötü senaryoyu oynatarak, içinde bulunduğumuz zamanı kuruntularla mahvetmemize neden olur.
Fakat bütün insanların başına kötü şeyler gelme olasılığı aynıdır. Diğerleri bu olasılıkları kafalarında düşük tutarlar, ama biz büyütürüz. Komplo teorileri kurarız ve ardından buna karşı önlemler almak isteriz.
Çok klişe olacak lakin hayatta her şey mükemmel olamaz. Hayatı bu kadar ciddiye almamalıyız, kadere teslim olmalıyız. Çaresizlik, çocuklukta yaşadığımız bazı anılardan kaynaklanıyor ve bilinçaltımıza yerleşmiş durumda. Bu yüzden kendimizi savunmasız ve çaresiz hissetmemek için sürekli olasıklıkları düşünerek hazırlıklı olmaya çalışırız. Ancak senin olmayan şeyleri düşünmek, ihtimalleri ne azaltır ne de arttırır.
Her şey herkesin başına gelebilir, hiçbir şey sana özel değildir. Eğer başına gelirse, o zaman bir çaresine bakarsın. Bu zamana kadar başına gelen her şeyle nasıl çarpıştıysan öyle çarpışırsın.
Kişinin öz yeterliliği fazla olursa, ‘başıma ne gelirse gelsin altından kalkabilirim’ diyebilir. Neticede her insanın hastalığı oluyor, sıkıntısı oluyor, hayal kırıklığına uğruyor… Tüm insanlık bunların üstesinden gelebiliyorken elbette ki ben de gelebilirim. Neden içselleştirerek kendime zulüm edip ‘şu anımı’ mahvedeyim ki? Kişide böyle bir özgüven olduğunda tüm olaylardan daha az etkileniyor. Yani sen altından kalkabileceğine, bir şekilde bir yol bulabileceğine dair umutlu hissedersen var olan durum hamleleri seni daha az hırpalamaya başlar.
Psikolojide ‘konversiyon’ adı verilen bir durum vardır. Kişi, psikolojik olarak bir olaydan çok etkilendiğinde, bedeni bazı fiziksel belirtiler göstermeye başlar. Yani beden, yaşanan ruhsal sıkıntıyı taklit eden semptomlar üretir. Eğer temelde kaygı bozukluğumuz varsa, bir bedensel semptom ile bunu dışarıya yansıtmaya çok meraklıyız. Örneğin stresli bir dönemden geçiyoruzdur, 10 yıl önce izleyip etkilendiğimiz bir video vardır, o videodaki kanserle savaşıp hayatını kaybeden kadını hatırlarsın. Ama on sene öncesinin korkusudur o. Stres altında bağışıklığın düşünce bilinç dışı konversif bir şekilde bedene yansır. Ayağın uyuşur, kalbin sıkışır. Seçici dikkat ile olaya zoom yaparsın ve normal olan bir hastalığı ya da ihtimalini büyütürsün.
Bir şey seni çok kaygılandırdığında perspektifini genişletmeye çalış. Olaylara zoom out(uzaklaştırma) yaptıkça detayları görmemeye başlarsın. Diğer türlüsü ise, yani zoom yapmak hali gerçekliği farklı görmene sebep oluyor. Zihnin oraya bir anlam yüklüyor. Benim için diğer olaylar kontrol edilebilir, bu kontrol edilemez diyerek orayı fazlaca dehşet verici olarak görmeye başlıyorsun. Senin için herhangi bir felaket senaryosu en az hastalık kadar olası. Orada o hastalığı üstlere çıkarıp diğerlerini indirmek tamamen ilüzyon. Hepsini aynı anda çıkarmak daha gerçekci olurdu. Ya da ”Benim çaresizlik korkum var. Ben başıma bir şey gelirse bununla başa çıkamayacağımı muhtaç olacağımı düşünüyorum.” diyebilme ve kendi üzerinde tanımlama yapabilmek daha gerçekçi.
Kötücül yorumlamaları daha önemli görüp yani kötü olan benim başıma muhakkak gelir fikrinden dolayı buna inanıp güvenlik önlemi alıyorsun. Çok fazla araştırmak, bir şey başına gelmeden işler ters giderse diye önlem almak için çırpınmak, çözümü olan bir şeyi bile önlem alarak önceden yapmaya çalışmak… Bunları yaptıkça da yapasın gelir. Kötü bir şey olabilir düşüncesi sana ara sıra uğrayan ve kaygı bozukluğundan kaynaklanan semptomlar. Bu semptomlar geldiğinde kendine mantıklı çıkışlar bulmalısın.
”Dünya üzerinden bir milyar insan geldi geçti, evet her insanda bu korkular oldu veya bazılarında olmadı fakat hiç kimse benim kadar içselleştirmedi.” diyebilmeli. Tedavide en başta güvenlik sağlayıcıları yavaş yavaş bırakmak öğretilir. Senin aslında yapayım rahatlayayım diye yaptığın şey bir sonraki kaygı atağında daha kuvvetli gelmesine sebep oluyor kaygının. Zaten orada başlıyor döngü. Her seferinde daha fazla. Bu sefer de baş edemeyeceğin bir şey olduğunda, önlem alamayacağın ya da düzenleyemeyeceğin bir şey olsa çok sıkıntılanıyorsun. Mesela çocuk yapmaktan yetiştirmekten bile korkabilirsin, sırf o hastalanır başına bir şey gelir, başa çıkamam diye. Kontrol alanın daraldığında komple her şeyi bırakıverirsin bu kaygıyı yaşamamak için. O yüzden güvenlik sağlayıcı ile yaşama devam etmek her zaman bir yüktür. Temelde hep o histen dolayı hareket ediyorsun, mağdur kalmamak çaresiz kalmamak için. Bu aile kökeninden de geliyor olabilir. Onlarda da o çaresizlik temel inancı vardır ki , sende de daha çaresizlik başlamadan çaresizliğe dair bilgi var. Bu bilgi senin hazırlıklı olman gerektiğini sana hatırlatıyor sürekli. Ama bu bilgi onların bilgisi. Senin güncel hayatında böyle bir çaresizlik yok. Böyle bir çaresizlik olmamasına rağmen sen varmışcasına hayatını dizayn ediyorsun. Sağlıklı beslenme önlemimi; ileride hasta olmamak için alıyorsun, çok fazla el yıkama önlemini; mikroplara karşı alıyorsun. Fakat bilim adamları dememiş ki şunu yapmazsan huzursuz olursun diye. Öyle bir bilimsel veri yok, onu sen kurmuşsun. Bunu aşmanın tek yolu aldığın önlemleri azaltmak. Ne kadar zor ve dayanılması güç olursa olsun 90 dakika içinde düşüncenden silinecekler.
Yürüdüğün yol tek yol değil, tek seçeneğin o seçenek değil. Hayatta milyonlarca ihtimal var.
Bu noktada her şeyin geçiciliğini fark etmeliyiz. Bir şeyi sıkıca tutarsak morartırız ama bıraktığımızda özgürleşiriz. Bizi, olan veya olmayan şeylerin stresi altında tutan şey tutunmak ve yapışmaktır. Hiçbir şey tutmadığımızda acı içinde de kalmıyoruz. Acıyı kronikleştirmemek bizim elimizde.
Tam da bu yüzden sabah uyandığında avuçlarının içine bak ve de ki “her şey benim ellerimde, kaderim ellerimde“.
Hayatımız biricik bir film, ve biz de o filmin senaristi, yönetmeni ve hatta oyuncusuyuz. 40-50-60 yıllık bir film çekmekteyiz hepimiz. Bu film akıp giderken bir film çektiğinin ayırdında olmadan da yaşayabilirsin, veya kendi filmini güzelleştirmek için tüm hislerini, benliğini, yaratıcılığını da katabilirsin yazdığın senaryoya.
Hayatının başrolü olmak istediğin kişiyle şu anki kişi arasında 100 adım varsa, ikisini analiz ederek yol haritanı çizip adımlarını o yola göre ayarlayabilirsin. O iki sen’i görmemek aradaki 100 adımı yok etmiyor. Hâlâ arada fark var. Ve en önemlisi ise o başrol sen için her gün bir şeyler yapman gerekir, her gün az da olsa süreklilik ile bir şeyler yapıp o hayal ettiğin kişi haline gelebilirsin. Hayatını daha keyif alabildiğin bir noktaya çekebilirsin ve nerede eksik görüyorsan orada gelişim katedebilirsin. Kendini bir kukla gibi oynatman ve neye ihtiyacın varsa onu yaptırman gerekiyor. Bu noktada ise kendimizi tanımak için; id, ego ve superego kavramlarını çok iyi bilmek gerekiyor. Çünkü bu üç sistem bazen çatışma yaşar, işleri bayağı karıştırır.
Id, insanın doğuştan gelen içgüdülerini ve enerjisini temsil eder. Tamamen bilinçdışıdır ve haz ilkesi tarafından yönetilir. Haz ilkesi, anında tatmin ve zevk arayışını ifade eder, sadece kişinin içgüdüsel isteklerini karşılamaya odaklanır. Id’i bebekliğimiz gibi düşünebiliriz, hep ihtiyaçlarının giderilmesini bekler ve hiç sorumluluk almaz, ileriyi düşünemez, durmadan oyun oynar, orayı burayı keşfeder ve hep keyif alır.
Ego ise gerçeklik ilkesine göre işleyen bir yapıdır. Bilinçli ve mantıklı davranır, gerçekçi hayaller kurar, dengeli bir düşünme sürecini temsil eder. Ego, bireyin superego’su ile id’in talepleri arasında ortada bir yerdedir, denge sağlama görevini üstlenir. Böylece akıllı bir yetişkin ortaya çıkar.
Id’nin tam zıttı Süperego; toplumun ve ailenin öğretilerinden oluşan içsel bir otorite figürüdür. Bireye çok fazla kural koyar, sıkıştırır. Sert bir öğretmen ya da otoriter bir ebeveyn gibi düşünebiliriz. Sürekli “yapmamalısın” der durur. Aynı zamanda süperego, ahlaki değerleri, idealleri ve vicdani yargıları temsil eder.
Örneğin kimi aile çocuklarını çok fazla kuralla yetiştirir, mükemmelliyetçi davranır, hayalindeki personayı çocuğuna yüklemek ister. Çocuğunu hiç fark etmeden boğdukça boğar ve kendisini beğenmemesine yetersiz hissetmesine, hayatı boyunca keyifli yaşamaktan uzak kalmasına, hayatı yaşamayı ertelemesine sebep olabilir. Bu superego’nun çok fazla çalışması demektir. Kimisi de hiç kural koymaz ve kendi haline bırakır. Ona doğruyu yanlışı öğretmez ve hatta hiçbir sorumluluk aldırmaz ve böylece sorumluluk bilincinin oluşmasına bir darbe vurur. Çocuk her sorununda çökmeye yüz tutmuş bir duvar gibi kalakalır. Bu durumda kişi id’nin etkisiyle yaşamını sürdürür.
Fakat bu iki kavramın ortak çalışması tatminkar bir yaşam için şarttır. Nitekim anlık tatmin veren şeyler genel manada daha tatminsiz bir hayat getiriyor. Hak ettiğin güzel bir yaşamken anlık tatminlerle asıl tatmin olacağın şeyi kaçırıyorsun. O kısa tatminlikler döngüsünde fare gibi dönüp duruyorsun. Küçük zevkleri bırakmadığın yerde bilgelik yetişmiyor.
Çok kuralcı ve mükemmelliyetçi olunan yerde ise adeta yaşam kaçıyor. Detaylarda boğulup duruyorsun.
Bu iki çatışma durumlarında harika bir yöntem öne çıkıyor. Kendine re-parenting yapmak. Yani kendinin ebeveyni olmak. Bu aslında öz şefkat konusunda da aklımıza getireceğimiz bir anahtar, bir rehber.
Çocuğa hiçbir zaman kızarak, ona sert kurallar koyarak onun görevlerini yaptıramazsın. Ona hep nazikçe ebeveynlik yapman lazım, ona tatlı dille konuşarak, küçük oyunlar yaparak, küçük kurallar koyarak istediğini yaptırmalısın. Çocuk hayal kırıklığı yaşadığında, bir şeyi beceremediğinde ve ağladığında ona şöyle demeliyiz: “Oy bebeğim sen şimdi güzelce ağla, akşam senle dondurma yemeye gidelim”.
Örneğin ona nasıl odasını toplamasını söylersin. Oyunlar yaparak dersin ki “hadi saatimi kuracağım şimdi 3 dakika zamanımız var , 3 dakika içinde hangimiz basket topu gibi çamaşırları sepete atabilecek?”
Sonra bu sende otomatikleşecek; bir çocuğa nasıl davranman gerektiği üzerine yoğunlaştığında küçükken sana sağlanmadığı için yetişkinliğinde hayatını daha tatminsiz noktaya düşüren her şeyi zamanla değiştirebileceksin. Ve ‘ego’ daha dengeli hale gelecek. Eğer bunları yapmazsan ise hayatın boyunca yapamadıklarının üzüntüsünü çekersin.
Şemalarımızdan biri de; kendini feda şeması. Kimimiz ailesine, kimimiz arkadaşlarına, kimimiz partnerine karşı çok verici davranıyor olabilir. Fakat sonra, birden her şeyden çekilebiliyorsun. Örneğin ailemi Amerika’ya getirmek noktasında tamamen kendimi feda şemamı çalıştırmıştım. Ve derhal onları geri göndermem ise tetiklenen şemanın tersiydi. Bu aynı zamanda bir çok plan yapıp bir anda hiçbirini yapmamakla eşdeğer. Veya sıkı bir diyete girip sonrasında bir pastayı tamamen yemek gibi. Neyi haddinden fazla çalıştırırsan tersi de çalışmaya mahkum. Burada yine dengede kalmanın, ufak adımlar atmanın ve durumlara gerçekci şekilde kuş bakışı bakmanın önemini fark ediyoruz.
Hayattan doyum alabilmek, insana verilmiş en büyük meziyetlerden biridir. Ancak ne yazık ki bunu bize çoğu zaman kimse öğretmez. Çevremizde bu bilince sahip birileri yoksa, biz de adeta robot gibi, otomatik pilotta bir ömür süreriz. Oysa yaşamı gerçekten hissederek yaşamak gerekir. Bunun yolu ise farkındalıktan geçer. Farkındalık, geliştirilebilen bir beceridir; her gün egzersiz yapar gibi şükretmeyi hatırla.
Her gün seni gülümseten en küçük şeyi bile bir kâğıda döküp bunun için şükrettiğinde, zamanla şükredecek daha fazla şey fark etmeye başlarsın. Çünkü beyin, dikkatini neye verirsen onu büyütür. Farkındalıkla yaşadıkça, kendi hayatının filmini daha güzel görmeye başlarsın. O filmdeki güzel sahneleri hatırlamak ruhuna iyi gelir.
İşte psikolojide bu bilinçli yaşama hâline “mindfulness” deniyor. Ve bu, mutlu bir hayatın anahtarlarından biri olabilir. Diğer bir anahtar ise hayatını tatmin alacağın farklı paydalara bölmek. Arkadaş, partner, iş, aile, hobiler, kişisel gelişim, keşfetmek.. gibi pastanın dilimlerini ayırırmışcasına ayırdığımız ve dengede tuttuğumuz bir hayat bize mutluluğun kapılarını açıyor kesinlikle.
Yarına ertelemek, yanmayan bir çakmağı yakmaya çalışmak gibidir. Kaç kere yakarsın yanmayan çakmağı. Yarına erteleyeceğim düşüncesi geldiğinde bir çocuk gibi kendini eğitip, farkına varıp daha güçlü bir şekilde yapman gerekene dönmelisin. Ve bu yorucu gelmemeli, çünkü sana sağlıklı bir vücut bahşedilmişse çalışmak da zekatıdır. Kendini her anlamda daha iyi versiyonuna çıkarmak; vücudunun ve zekanın zekatıdır.
Bugün belki de çok anlık rahatlamaların peşine düşüp yaptığın şeyleri bırakmaya gönüllü müsün?
Sabahları, dopamin seviyen normalken o dopamini arttırıp tekrar aşağı çekmek zordur. O yüzden o seviye artmadan işlerine başlamak gerekir.
Ufak tefek şeyleri sürekli yapmak, hem omuzlarında koskoca bir stres bırakmaz hem de bir bakmışsın sen fark etmeden, uzunca bir zaman ayıracağın o büyük şey bitmiş gitmiş.
Günlük plan yapmayınca ve yapınca yapman gerekenlere dair aynı eforu sarfediyorsun ama biri daha organize hissettirdiği için boşluğa düşüp depresyona girmeni engelliyor. Kalan boş zamanında vicdan azabı çekmek yerine o yoldan keyif alabiliyorsun.
Doyum alabildiğin bir gün yaşamak için diğer çok etkili bir yöntem benim de çoğunlukla yaptığım bir şey; günü hayran olacağın insan gibi yaşamak, evde vakit geçirecek olsan dahi; yataktan kalkınca güzel güzel giyinmek, hazırlanırken en sevdiğin şarkıları açıp dans etmek, şarkılar söylemek, bunları kendi filminin çekiliyor olduğunun inancıyla yapmak…
Bize zor gelen durumlar olduğunda, hayatta her zaman her şeyin başlangıcının zor olduğunu hatırlamalı. Örneğin araba kullanmak da en başta zordur ve sonra senin refleksin haline gelir. Başlangıçlar zorludur ama psikolojide yapılan bilimsel çalışmalara göre çabalamak sonuç alamasan bile mutlu olmamızı sağlayan bir şey. Çabalamak yoksa mutluluk da yok.
Bugün yarının geçmişi, bir sene sonra da kendinle ilgili aynı şikayetlere sahip olabilirsin. Veya üç yıl sonra da aynı noktada duruyor olabilirsin. Daha önemli şeyler yerine, daha az önemli şeylerin peşinden gidip, daha önemli şeyleri kaybetmemeli.
Kendindeki düşünce kalıplarının farkına varmalısın. Örneğin; bir parça zor geliyorsa ertele, düşünmezsen hatta unutursan daha az acı çekersin gibi düşünceler tamamen bir kaçış yöntemidir. Tüm dünyanın bildiği üzere ise kaçtıkça hiçbir sonuç elde edemeyiz. Kapasitemiz her zaman dayanabileceğimizin daha üstünde. Bir parça rahatsız olabiliriz ama buna katlanabiliriz. Stres gelişimsel olarak ihtiyacımız olan bir şey. Eğer stresi yok sayarsak, gelişim olamaz. Kendine meydan okumalı, davranışsal alışkanlıkları değiştirmeli, mükemmelliyetçi olmak yerine daha makul içerikler koymalı…
Tutarsızlık hayatın hiçbir alanında kabul edilemez bir şey. Tutarsızlık huzursuzluk getirir. Huzursuzluk iç savaş çıkarır. Tutarlı ilişkileri hak ederiz. Sana birinin saygısızlık yapması seninle ilgili değildir, kendi psikolojisi ile ilgilidir. Bunu öğreneli bayağı oldu sanırım, bunu sindirdikten sonra hayat çok daha kolay geçiyor. Müdahale etmek kültürel bir alışkanlığımız olmasına rağmen, o insan da öyle bir insan, ya öyle kabul etmeli ya da tahammül etmemeli.
Her şey zıttıyla var olur. Dünya, dengesizliklerden doğan bir denge âlemidir. Her gelen gitmeye, her oluşan yok olmaya mahkumdur. Elbetteki böyle bir düzende iyilik kadar kötülük de vardır. Kötülüğün varlığına şaşırmamalı, çünkü var olmak zorunda, eğer iyilik varsa.
Bazı şeyleri öğrenmeden hayat peşimizi bırakmıyor. Öğrenene kadar onunla sınıyor bizi, çünkü önemli olan; anlayabilmek, öğrenebilmek, gelişebilmek ve daha iyi versiyonumuza çıkabilmek.
Tüm bu konu başlıklarının ışığında sana şu cümleyle veda etmek istiyorum.
Unutma ki her şeye yön verebilecek olan irade, senin!